Degstatörlerin Dramı


Gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Karanlık gökyüzü, görkemli
şatoyu kucaklamıştı ve her geçen saniye sanki şatoyu iyice göğsüne bastırıyordu. Koca şato sonsuz karanlığın içinde gitikçe küçülüyordu.
“ Bonjour, Mösyö!”. Arkamdan gelen sesle irkildim, karşımda yetmişli yaşlarında bir adam duruyordu. Beyaz saçları yana taranmıştı, beyaz gömleğinin üstüne renkli bir ceket giymişti, aynı çılgın renklerin olduğu kravatı göze çarpıyordu. Bu ilginç kıyafete rağmen en dikkati çeken adamın tombul suratının ortasından iki yana uzanan ve yukarıya kıvrılan devasa bıyığıydı. “ Ben Richard Lambert. Fransa’da benim onayım olmayan şarap içilmez.” , bıyığını parmağıyla düzeltirken. “Demek siz de degüstatörlük yapıyorsunuz .” “Ben Tolga Demir, Türkiye’de ünüm vardır.”
“Ah Mösyö Demir, hiç adınızı duymadım.” dedi yabancı ve şatoya yürümeye başladık.
Şatonun içi dışarıdan göründüğünden daha dehşet vericiydi. Koridorlar sadece mum ışığı ile aydınlanıyordu, duvarlar savaşı anlatan tablolarla, şövalye zırhlarıyla ve garip yaratıkların heykelleriyle süslüydü. Nihayet büyük bir kapının önünde durduk. İki hizmetçi kapıları itmeye başladılar, ağır demir kapıların açılması bir kaç saniye sürdü. Tam içeriye adım atacaktım ki birden kolumda soğuk ve kemikli bir el hissettim. Hizmetçilerden biriydi, beni kolumdan çekerek “Sakın bardaktan içme” diye haykırdı. Daha ne olduğunu anlayamadan başka bir el tarafından odaya itilirken hizmetçinin de sürüklenerek götürülüşünü görmüştüm. Buraya gelmek bir hataydı, büyük bir hata.
Girdiğim odanın beyaz duvarlarında sadece bir saat asılıydı. Odada saat dışında tek bir şey daha vardı. Bir yemek masası; beş sandalye ve üzerinde dört şarap kadehi… Bu kadehlerin ağzı altın rengiyle kaplanmıştı, geri kalanını kiraz çiçeği tasarımlı desen süslüyordu. Her kadeh kırmızının farklı tonlarında şarap ile doluydu. Korkudan yerime çakılmıştım. Yemek masasının başında kara gözlü, ak saçlı bir adam oturuyordu. Onu tanımıştım. Dünyada en çok sevilen şarap şirketinin kurucusu; Christian Peterson. Tabii geçen sene şarap şirketi 1. sıradan 50. sıraya kadar gerilemişti.
“Lütfen Tolga bey, yerinizi alın.” dedi Christian. Sanki birini uyandırmaktan korkarcasına usul adımlarla masaya oturdum. Yanımda önceden tanıştığım Fransız degüstatör oturuyordu. Karşımda oturanı anında tanımıştım; Teofilo Santos; Portekizli degüstatördü, bu mesleği onun kitaplarını okuyup, dizilerini izleyerek seçmiştim. Şuan nasıl bunları düşünebiliyorum, daha demin bir kız sürüklenerek götürülmüştü.
Christian Peterson’a dönerek “O genç kız iyi olacak mı?” diye sordum.
“ Lütfen Tolga Bey siz bununla endişelenmeyin. O kız hep biraz… sorunluydu ve ne kadar cahil olduğunu da şimdi gösterdi, daha kadeh ile bardak arasındaki farkı bile bilmiyor” dedi
ve masaya dönüp;

“Evet Beyler, bu tat testine geldiğiniz için teşekkür ediyorum. Şimdi bu heyecanlı geceye küçük bir oyunla başlayalım.” Ellerimi dayadığım masa birden hareket etmeye başladı. Christian Bey masayı döndürüyordu ve nihayet durduğunda herkes tek damla dahi dökülmemiş kadehleri önünde buldu. Tek istisna Christian’dı, onun önü boştu.
“Oyunun kuralları basit, sırayla önünüzdeki şarabı tadın ve hangi yıla ait olduğunu söyleyin.” dedi Christian ve ardından gülümseyerek “Sizin gibi ustalar için bu çocuk oyuncağı olmalı”.
“Neden siz başlamıyorsunuz Mösyö Richard Lambert.” dedi Christian. “Büyük zevkle.” dedi Fransız. Kadehi ince sapından tuttu, ilk önce kokusunu içine çekti ve dudaklarını kadehin altın başına yaslayarak bir yudum aldı. “Hımm bu şaraptan nar şurubu aroması alıyorum ve hafif bir topraksı aroması da var. Çok ilginç. Buldum. Bu şarap ‘ Chateau d’yqurem’ Fransa. Üzümü Sauvignon Blanc, 1940 !”
“Bravo, Mösyö. Doğru bildiniz.” dedi Christian.
“Teşekkürler efe- efendi- mm.” Richard’ın kafası birden masaya düştü, ölmüştü.
“- Richard bey! İyi misiniz?” diyerek ayağa kalkacaktım ki kafama yöneltilmiş silahı görüp oturdum.
“- Burada neler oluyor, Peterson bey!” diye bağırdım. Masada oturan adamlardan biri ayağa fırlayıp kapıya koşmaya çalıştı, BAM! “Bu oyun bitmeden kimse gitmiyor beyler.” dedi Christian, “Sıra sizde.” diyerek Teofilo’ya döndü. Yaşlı adamın kuru üzüm gibi buruşuk elleri titreyerek kadehe uzandı. Biraz çevirip kokladı sonra altın başa dudaklarını dayayarak bir yudum aldı.
“- Ah evet. Zamanının en iyi şarabı, 1960 croft vintage port, Portekiz. Aslında babamın en sevdiğiydi.” dedi sakince. “Ah gerçekten çok zevkli bir şaraptır.” diye cevap verdi Christian. Portekizli üstadın kafası da masaya düşmüştü. Nefesim daralmıştı. Korkuyordum.
“Evet sizinle devam edelim.” dedi Christian, çaprazımda oturan İtalyan degüstatöre parmağını uzatarak. Adam gözyaşları arasında nefes bile alamıyordu. “Hayır. Asla. Lütfen bana kıymayın. Ölmek istemiyorum.” diye haykırıyordu. Christian “Ne kadar yazık.” dedi ve BAM! Adamın cansız vücudu sandalyeden aşağıya düştü. Sadece ben kalmıştım. Ölüm kaçınılmazdı. “Evet Tolga bey.” derken gülümsedi. Önümdeki altın kadehe baktım. Hayattaki tutkum, en sevdiğim iş benim sonum olacaktı. Kadehi kaldırdım. Ellerim o kadar titriyordu ki kadeh elimden düştü. Kan kırmızısı şarap masaya döküldü. Kadehi hemen düzelttim. “İçinde biraz kaldı ondan anlayabilirsiniz herhalde.” dedi Christian. Kadehi iki elimle kaldırdım. Havada tuttuğum kadehin dibindeki son damlalar ağzıma düştü.
“Tolga bey. Ee hangi şarap sizce?” diye sordu Christian.
“Ben…şey, tam emin değilim ama bu da Sauvignon Blanc üzümü, ama 1968 hasadı” dedim.
“Yanlış, bilemediniz Tolga bey” diye heyecanla bağırdı Christian, “ Evet, oyun bitti. Siz evinize dönebilirsiniz.” Dedi.
Ben ölmemiştim ama neden? Ayağa kalktım bu lanet yerden uzaklaşmak için tek şansım bu olabilirdi.
“Tolga bey. Son bir soru” dedi Christian. “Neden ölmediğinizi biliyor musunuz?”
“Evet efendim. Çünkü kadehten içmedim.” diye yanıtladım, “sanırım zehir şarapta değil, kadehin altın ağzındaydı.”
Christian güldü.
“Haklısınız Tolga bey. Ancak başka bir nedeni de var. Ben bu oyunu degüstatörlerden kurtulmak için tasarladım. Ancak siz çok basit bir şarabı tarif bile edemediniz. Bu yüzden kafanızda kurşun olmadan buradan çıkabileceksiniz.” Ben arkama bakmadan koşmaya başladığımda Christian hala konuşuyordu;
“Unutmayın Tolga bey, ben zehri asla şarabıma koymam, zira tadını bozar.”
Ayşe Su Özuğurlu